28 Aralık 2016 Çarşamba

Bakarsınız Yol Olur, Niyet Olur, Hallolur



Hiç bir zaman kafasında kırk tilki dolanıp, kırkının da kuyruğu birbirine değmeyen bir tip olmadım. Bu tamamen yaradılış bence.. Yani kafamda tilki olduğundan bile emin değilim doğrusunu isterseniz.😊
Bence entrika zekası denilen bir şey var, o doğuştan sizinle veya değil. Bende kesin yok.
Ama buna rağmen bazen kafamın içini, yağmurlu bir Cuma günü ,iş çıkışı saatinde İstanbul trafiği gibi hissediyorum..😊
Hani çok fazla araba dip dibedir ve kilit olur, ilerleyemez ya..
Arabaların içinde fenalık geçiren insanlar, duraklarda otobüs veya dolmuş bekleyen yorgun argın vatandaşlar, korna sesleri, sabırsızlık , gerilim..
Bir yere acilen yetişmeniz gerekiyordur, ama yetişemezsiniz, ona yetişemedikçe, yeni bir yere daha gecikirsiniz, domino taşı gibi, üst üste yığılır da yığılır.
Hah işte, aklım da öyle oluyor resmen..
Hani zaten kilit olmuş caddeye, tali yoldan bir araba daha dalar.. İçinizden “Girmee, girmeee, geri vitese tak, çık burdan..” dersiniz, öyle oluyorum..
Keşke düşüncelere de söz geçirebilsek, zihnimizin bir kapısı olsa, her düşünce önce kapıyı çalsa : “Üzgünüm, bugün için doluyuz, sizi içeri alamıyorum, yarın gelin..” dese birisi..
Ya da bir tahliye hortumu olsa da bir takım gereksiz düşünceleri atabilsek dışarı.. Yer açılsa yani..
Dikkat ediyorum, ne zaman aklımda böyle adım atacak yer kalmasa, benim cep telefonu da tıkanıyor. Bir düğmeye basıyorum, 5-10 saniye sonra komut alıyor. Misal mesaj yazıyorum, bir kısacık cümle neredeyse 5 dakika sürüyor, var ya, afaganlar basıyor içime..
Sonunda bir program buldum. Temizlik yapıyor.
Diyor ki, bilmemkaç mb gereksiz dosya var, kapatayım mı?
” Hah, kapat hadi koçum benim “ diyorsunuz, fıııırt diye kapatıyor. Geride ha bire tekrar tekrar açılan birkaç uygulama varmış, kapatıveriyor onları bir seferde.. Telefoncuk da sayıyla kendine geliyor.
Ya , bundan kesin zihnime de lazım dedim geçen gün. Geride sürekli ha bire açılan birkaç dosya var, düşünmeyim diyorum, düşünmeden edemiyorum. Ne zaman açılsa başıma dert açıyor. Onlar açıkken diğer sayfalara bakamaz oluyorum üstelik. Kapattım bu defa diyorum.. arkamı bi dönüyorum, tık, tekrar açılmış..
Yani düdüklü tencere değil ki anacım, aç düdüğünü, fısss diye boşalsın...
Ne garip değil mi, insan bedenini dinlendirebiliyor, ama zihnini dinlendirebilmek en zor zanaat..
Hacıyatmaz gibi mübarek.. Dinlen diyorsun, dikilip duruyor..
Bugün bir ara sessiz bir odaya geçtim. Gözlerimi kapattım.
Dedim ki zihnime, “Hadi gel, seninle soru cevap oynayalım.”
-Şu anda ne istiyorsun? –Sukunet.. – Ne yapsan sakin olurdun? –Doğa beni sakinleştirebilirdi, ama hava soğuk. – Peki, hayal edebilsen, nerede olmak isterdin? –Bir Monet resminin içine girmek isterdim. – Hah işte, bana bunlarla gel. Tamam, hangisi olsun, seç bi tane.
Ve seçtim.. Monet ile ilk tanışmamı sağlayan resmi. Pek severim onu..
O ayçiçekleriyle dolu yoldan yürümek öyle kolay oldu ki anlatamam size..
Üstümde yazlık bir elbise ve ayaklarımda şıpıdık terliklerle.. Başımda kocaman gölgelikli beyaz bir şapka. Elimde kitabım..
Yürürken ayağımın altında ezilen otların çıtırtısını bile duyuyorum.. Yüzüme hafif hafif vuran, mis kokulu bir meltem, arıların vızıltısı, kuşların cıvıltısı, yaprakların hışırtısı..
O yolun sonunda bir taş ev var. Evde sevdiklerim.. Pişen yemeğin kokusu, tavadaki yağın cızırtısı, tencerenin kenarına vurulan kaşığın tak tak sesi, uzaktan uzağa gülüşmeler, mırıltılar..
Evin dışında ulu çınarların gölgesinde, yemyeşil çimenlerin üstünde bir rahat bahçe koltuğu var. Yeşil kalın çizgili. Hemen yanında bir sehpa. Sehpa da bir kocaman sürahi, içine taze nane atılmış mis kokulu limonata.. Şık bir bardak. Bir küçük tabakta birkaç güzel kurabiye..
Oraya oturup başımı geriye yaslıyorum. Gözlerimi yumup epeyce bir süre o sesleri, o kokuları içime çekiyorum. Uyukluyorum biraz, dünyanın en rahat, en huzurlu şekerlemesini yapıyorum. Dala dala, tatlı tatlı.. Göz kapaklarımdan melekler öpermiş gibi..
Gözlerimi açtığımda dizime konan rengarenk bir kelebekle karşılaşıyorum.. Uçup gitmeden önce kendimden geçerek hayran hayran seyrediyorum onu.. Uçuşu bile zarif, süzülüp gidiyor ileri doğru..
Ben de kitabımı okuyorum mest olarak. Elimde limonata bardağı ile.. Sayfaların arasına düşen bir kaç kurabiye kırıntısını yere silkeliyorum. Hemen iki çalışkan karınca gelip yükleniyorlar onları.. Çalışkan çalışkan, acele acele taşıyorlar . Benim için sadece bir kırıntı olan şeyin, onlar için kocaman bir nimet haline gelişini izliyorum..
Hafif bir müzik geliyor evden.. Çok hafif ama.. Piyano sesi.. Birilerinin parmakları tuşların üzerinde uçuşurcasına.. İçimi çekiyorum mutlulukla.. Ulu çınar’ın yemyeşil yapraklarının arasından elime düşen bir ışık huzmesini hayran hayran izliyorum.. Başımı kaldırıp yukarı bakıyorum..
Çok severim zaten , bir ağacın altına geçip, başımı göğe kaldırıp, yaprak ve dallarının arasından gökyüzüne bakmayı.. Kendinizi hem çok yüce, hem de çok küçük hissedersiniz. Garip, ama acaip güzel bir histir..
Aklıma Halil Cibran’ın deyişi geliyor: “Ağaçlar, toprağın gökyüzüne yazdığı şiirlerdir”.. Şiir okumak gibi bir şey , ağacı böyle sevmek..
İlerde bir yerde bir küçük göl var, biliyorum. Yerimden kalkıp o gölün kenarında yürüyüş yapıyorum biraz.
Gölün üstünde olağanüstü zarif , kar beyaz kuğular yüzüyor.
Gözüm onların yüzerken oluşturduğu halkalara takılıyor. İç içe içe büyüyerek genişleyen..
Göl yeşil, yemyeşil.. O sudaki halkalar daha koyu bir yeşilden.. Halkalar genişledikçe göl de büyüyor sanki..
Sonra ben, göle, yaprağa, güneşin ışığına, çimenin yeşiline, doğanın her zerresine karışıyorum.
Açtım gözlerimi.. Bir hafiflik, bir hafiflik.. Tüy olmuşum uçmuşum sanki.. Zihnim de bir tertip, bir düzen.. Her şey yerli yerinde. Ne eksik, ne fazla..
Aaa dedim, ben bunu niye sık sık yapmayayım ki? Altı üstü, günde bir on dakika gerekir. Seç istediğin resmi, gir içine, bak keyfine..
Diyeceğim o ki, “Aklınıza gelen güzel şeyleri dillendirin. "Bakarsınız yol olur, niyet olur, hallolur"

Bige Güven Kızılay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder